Günler geçiyor ve data boruları genişliyor (2,5G, Edge, 3G, Wimax...). Dün 15 saniyede indirdiğimiz ringtone'ların yerini artık 5 saniyede indirdiğimiz oyunlar alıyor, yarın da bu oyunların yerini video'lar, mp3'ler alacak....
Peki biraz daha öteye gidelim. Artık o kadar hızlandık ki filmleri, dizileri çat diye açıp izliyoruz, İçeriği web üzerinden sanki download etmiş gibi görüntülüyoruz. Bu durumda kim, niye download etsin ki... Herkes açar wap/web browser'ını, neyi izlemek istiyorsa internet üzerinden kullanır. Yani Broadband'da ki her bir artış, varolan sistemleri broadcasting kurgularının içine dahil ediyor.
Şu an buna benzer brodcasting olanaklarına (adsl sayesinde) desktoplarımız, laptop'larımız ile sahibiz. Ama kullandığımız içeriğin yüksek bir oranı korsan. Korsan başa bela bir durum. Kullanıcıyı kontrol etseniz, içeriği yönetemiyorsunuz. İçeriği yönetseniz kullanıcı buna da bir çare illa buluyor..
Her geçiş çağında bazı radikal değişiklikler yaşarız. Şu anda da analog sistemlerden, dijital sistemlere geçerek aynı sıkıntıları yaşıyoruz. Korsan içerik de bunlardan biri. Yakın zamanda; hukuksal yaptırımlar, regülasyonlar ve mantıklı kurgular ile bu tarz problemlerin aşılacağına inanıyorum. Mobiliteyi ise bu kurguların en ortasına, tam merkezine koymakta fayda var.
Mobilite ve teknoloji ilerledikçe(mobiliteyi teknolojiden ayırıyorum çünkü kendisini yeni bir anlayış, tarz olarak benimsemeliyiz. Tabii ki teknolojinin tetiklemesiyle...) alışkanlıklarda değişiyor. Mobil kültür her an, her yerde, her şeye sahip olma arzularını körükledikçe mevcut kurgularda bu isteklere kulak vermek zorunda kalıyor.
Mobil yaşam kendi tarzını, bizlere kısa bir zaman içinde kabul ettirdi ve ettirmeye devam edecek. Görünüşe göre içerik kurguları da yakın zamanda mobil penetrasyonun sayıca üstünü sayesinde kökten değişecektir. Şimdi ki sistemi kabaca özetlersek;
Sanatçı bir içerik yaratıyor. (albüm, single, film...vs)
Sanatçılar, daha doğrusu menajerleri yayın evleri(Sony, universal....vs) ile anlaşarak, içerik piyasaya sürülüyor.
Tabi piyasaya sürmek demek milyonlarca fiziksel kasetin, CD'nin, DVD'nin ve diğer fiziksel formatların basılması, ambalajlanması, kapaklanması demek.
Yayın evi bu ürünü pazarlayacağı her yerel pazarda daha önce organize bir şekilde şirketleştiği için bu ürünleri dünyanın bir ucundan diğer ucuna dağıtıyor.
Bu CD'ler yurdun her tarafını sarmış fiziksel mağazalarda stoklayarak satılıyor.
Tabi sanatçının kafasından, bu mağazaların raflarına girene kadar geçen süreçte görebildiğimizden çok daha fazla aracı giriyor devreye.
Şu an yabancı bir CD'nin fiyatı en az 30-40 milyon. Kullanıcı kullanmak istediği içeriği (context bazlı olarak) gidip satın alıyor.
Örneğin CD aldıysa bunu CD player'da dinliyor. Eğer arabada da dinlemek isterse zaten ödediği telif hakkını bir daha ödeyip bu sefer kaset formatını alıyor.
Son 5 senede işler biraz daha değişti. Artık dijital çağa adım attığımız için yayıncılarda çağın gereklerine ayak uydurdular ve bu içerikleri soft formatlar ile (mp3, mpeg, acc, mpeg4...vs) müşteriye sundular. Soft formatlar, diğer fiziksel formatlara oranla daha çok medya tarafından destekleniyor. Eğer son teknoloji sistemleriniz varsa bir mp3'ü; arabanızda, mp3player'da, evde, bilgisayarda dinleyebilirsiniz.
I-Pod bu mp3 player'lardan en ünlüsü. Baktığınız vakit en ucuzu olan 2gb'lik versiyonu ile en çok parçayı alan 60gb'lk versiyonu esasen aynı işi yapmasına (mp3 çalmak) ve aynı dizayn'a sahip olmasına rağmen bu iki ürün arasında acayip bir fiyat farkı var. Neden? Hardisk boyutu... Normalde müziği seven ve formatını mp3 olarak belirlemiş bir kişinin bilgisayarında en az 5-10 gb'lik mp3 vardır. Yani anlaşılan tüm bunları yanınızda taşımanızın maliyeti büyük.
Kaldı ki tek dijital içeriğimiz mp3'lerimiz değil. Filmler, diziler, resimler, kendi videolarımız, kitaplarımız, programlarımız, dosyalarımız. Bunların hepsini cebimizde taşımak gitgide zorlaşıyor.
Tabi yeni dijital formatların getirdiği korsan zararlarını konuşmaya gerek bile yok. Ha tabi birde bu korsanla mücadele etmek için işe yaramayan dev DRM yazılımları var ki, bunların satın alınması, uygulanması, yönetilmesi bambaşka maliyetler...
Yukarda anlatılan bu sistemde bana kalırsa büyük bir mantık hatası var. Ben gidiyorum istediğim adamın CD'sini para verip alıyorum.Emeğe saygı gösterip, korsan fiyatın 10 katını ödeyip orjinalini alıyorum. Alıyorum ama aynı adamı mp3 formatında dinlemek için bir daha ödemem gerek, tv'den dinlemem için dolaylı olarak gene bazı ek maliyetleri göze almam gerek... Yani context'e content'e verdiğimden daha fazlasını veriyorum hemde her bir farklı context'te telif bedelini tekrar tekrar ödüyorum.
Peki ne olacak?
Yavaş yavaş tüm içerikler dijital hale gelecek. Tüm bu içerikler dijital-yayın yapan yayın evleri tarafından saklanacak. Aynı bugünkü yayın evleri gibi... Örneğin SonyMusic gene kendi içeriğinin telif hakkını elinde bulunduracak. Aynı şekilde Universal'de ve diğerleri de...
Tüm bu içerikler dev veritabanlarında saklanacak ve bu veritabanlarına bağlı server'lar tarafından müşteriye satılacak ama satılan şey içeriğin kendisi yada context değil... Satılan şey bu içeriğe erişim hakkı, kişisel kullanım hakkı yani içerik görüntüleme lisansı...Artık içerik push değil, pull bir halde erişilir olacak.
Daha basit bir örnek ile anlatmak gerekirse;
Son kullanıcı bir Tarkan şarkısı yada albümü almak ister. SonyMusic'e gidip, içeriği ilk kullanmak istediği mecra üzerinden bağlanır. İçerik kullanım haklarını belirler, kredi kartı ya da “mobil mikro ödemeler” ile parayı öder....Artık müşterinin tüm sanal alemde geçerli olan kimlik_no'su üzerine kayıtlı olan bir Tarkan albümü vardır. Bu ID artık sony müzik'in tüm server'larında global olarak tanınır bir hale gelir ve müşterimiz dünyanın neresinde olursa olsun, ister bir cep telefonundan, ister I-pod'dan, arabasından, dijital tv'lerden bu içeriğe erişir bir hale gelir.
İçerik erişim hakkı bir çok avantaj sunacak. Yakın gelecekte her elektronik aleti IP bazlı gördüğüm için( yani internet bağlantılı) tüm bu dijital içeriğe istediğimiz mecradan ulaşabileceğimizi hayal ediyorum. Satın alınan bir lisans, kullanıcı adına kayıtlı yada o an kullanıcının dijital imzası ile kullanılan her medya cihazında geçerli olacak. Tabi bu ID'leri belirleyen sim-card'a benzer bir takım anahtarlar olacaktır ki, bunlarında günümüzde kullandığımız kartlardan ziyade RFID gibi özel yapılar ile belirleneceğini düşünüyorum. Yani bir cihaz, örneğin bir müzik seti (eğer istenirse) ortamda bulunan herkesi uzaktan tanıyıp, o an çalabileceği şarkı listesini genişletecek. Evde yalnızken sadece sizin şarkılarınızı çalabilen bu cihaz, evde parti yaptığınız vakit arkadaşlarınızı da tanıyıp, onların da (ev sahibinden farklı olan) içeriklerini görüntüleyip, çalabilecek
Bu cihazların iki adet ortak, temek özelliği olacak.
1- Benzer formatları destekliyor olmaları
2- Farklı database'den (hem sony hem universal) farklı formatta (hem ses hem görüntü) içeriklere ulaşmak ve bunları oynatmak için gerekli ortak içerik arayüzleri;
İçerik arayüzleri, kullanıcının sahip olduğu lisansları tanır ve cihaz üzerinden kullanabileceği tüm içeriklerin isimlerini bu arayüz üzerinden görüntüler. Arayüz üstünden bir içerik seçildiğinde, cihaz sahip olduğu adres üzerinden ilgili server'a bağlanır ve hızlı bir şekilde broadcast içeriğini oynatır
Son kullanıcıya ait telif hakları ikiye ayrılacak. “Kişisel cihazlar için lisans bedelleri” ve daha pahalı olan “kamusal görüntüleme lisansı” . Yani kişisel lisans ile kullanıcı sadece kendinin duyduğu mecralardan bu içeriğe ulaşabilir olacak. cep telefonu, mp3calar, kendi arabası ve kendi evi...gibi.
Bu arada ticari amaçlı kullanılacak içerikler için bugün sisteme benzer bir yapı kurulmasında fayda var. Yani ticari kullanıcı içeriğin kendisini alır ve bunu kendi merkezinden yayınlar....
Aynı zamanda içeriğin dağıtımı tek bir merkez üzerinden yönetilirse bu içerikleri kaçak olarak kullanma yada kopya olarak kullanma dertleri olmayacaktır. Müşteri'de sadece content'i kullanım için para ödeyecek, context maliyeti olmayacaktır.
Bu yapı ile bana kalırsa çok sıkıntı çektiğimiz DRM sistemlerine oldukça farklı bir model getirmiş oluyoruz. Çünkü bu yapıda sanatçı ve içerik bir wall-garden içinde korunmuş oluyor. Eğer içerik bu kapalı sistem içinden çıkmaz ise asla kopyalanılıp çoğaltılamaz ve kimse bunları telif ödemden kullanamaz.
Fakat telif hakkının böyle bir sistemle olmazsa olmaz ve abartı bir hale getirilmesi, ürünün son kullanıcıya daha pahalı ulaşması anlamına gelmiyor. Tam aksine bu yapıda;
Ulaştırma masrafı yok,
Stok maliyeti yok,
Aracılar yok,
Farklı ve fiziksel context yok(CD, kaset, kapak , ambalaj yok)
Yani içerik sanatçıdan çıkıp, doğrudan müşteriye ulaşıyor... Bu da hem maliyetleri kısarak müşterinin işine yarıyor hemde sanatçının kendi içeriğinden daha fazla kazanması anlamına geliyor.
Aslında yapılan sey I-tunes'un yada yahoo-music'in yaptığının cok daha büyük database'ler ile uygulanmasına benziyor. Aynı durum yani web tabanlı modeller bizim için çok uzakta değil. Bence bu işin öncüsü Google. Bildiğimiz gibi Google artık ajax teknolojiler sayesinde neredeyse tüm office programlarını web tabanlı olarak sunuyor. Hatta bildiğim kadarıyla şu an web üzerinden çalışan bir işletim sistemi de yazıyorlar.
İçerik tarafında yaşanacak olan bu muhtemel görüntüleme değişikliği mutlaka donanımcıları da etkileyecektir. Artık sistemlerde yüzlerce, binlerce gigabyte'lık harddisklere gerek yok. Belkide harddisklere hiç gerek yok. Bize lazım olan bol sıfırlı RAM'ler ve dual'den öte quatro chipset'ler...